Boşluğun Ayak Sesleri
Filiz Özdem
Şu pencereden bakarken solda blok oluşturan çirkin badanalı binalarla sağda görüntüyü daraltarak kesen bir binanın hırpani, hırçın yüzü görünüyor… Ve arada kalakalan deniz parçasının üzerinde yılan gibi uzanan mendirek karşı kıyıya yönlendiriyor bakışları. Sağdaki bina, belli ki bir zamanlar kendine yapışık yaşayan, aynı boyda ama artık göçüp gitmiş bir başka binanın izlerini taşıyor. Geriye kalan duvarda ise, betonu karelere bölen paslı demir parçaları ve tuğla öbekleri sırıtıp duruyor. Var kalan ve “yaşayan” binanın ölü yüzü bu duvar.
Rıhtımdan kalkıp uzun deniz yolculuklarına açılan apartman gibi gemiler suda süzülürken birden bu ölü duvar yüzeyinin keskin bir hatla kestiği su görüntüsü içinde emilip yok oluyor. Dünya bilgim ve algım, elbette denizin uzak yerlere kadar devam ettiğini, dolayısıyla bu çokkatlı gemilerin gidip, sonra da ait oldukları limana geri döneceğini söylüyor. Ama edinilmiş bilgilerin altında ya da dışında kımıldanıp duran karanlık ve boşluk duygusu başka düzlemler yaratıyor. Binanın çıkıntılarına, damına sığınan ve arada kımıldanmalarıyla o ölü yüzeyde hemen ayırt edilen kumru ve güvercinler Hades’in ülkesindeki Styx Irmağı’nın kayıkçısı Charon’un üretilmiş versiyonları gibi… Ve sanki onlar gemileri başka bir dünyaya alıyorlar.
Gemilerin ardında kalan boşluk ise sonsuzluğun kadim kardeşi olduğunu söylüyor. Boşluğun ayak seslerini işitmek içinse artık varolanın alanından çıkmak; varlığın Araf alanını hızla geçmek, aşina olduğumuz varolma durumundan ve hallerinden sıyrılmak gerekiyor.
Sergilerine tematik bir bütünlük ekseninde hazırlanan Filiz Tokcan, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde düzenlenen bir önceki sergisindeki bütün resimlerinde iç-mekân kullanırken; bu sergisinde hiç iç mekân kullanmayıp deniz kıyılarını seçmiş.
İnsanların olmadığı ama gelmiş ve çekip gitmiş olduğu izlenimi veren boş sahiller, şezlonglar, şemsiyeler, iskeleye bağlı bir iki sandal, ahşap iskeleler, birkaç ağaç… hemen hepsi günbatımının ışığında duruyor.
Günbatımının boşluk duygusuna eşlik eden bu ölgün ışığı bir süre sonra gecenin rengine dönecek. Ama Filiz Tokcan bize geceyi değil, geceden bir önceki durağı anlatıyor ve bu sergisindeki resimleriyle varlık ile yokluğun kesişme noktasında düşünüyor. Varolanın bu son geçiş alanında, alabildiğine yalın bir nesne-doğa algısıyla, nesnenin bitimine, son fasla vurgular yapıyor.
Filiz Tokcan’ın bu sergisinde, bir tek resim dışında hiçbirinde figür yok, ama her tek tek nesneye insansı özellikler yüklenerek onlara birer figür işlevi verilmiş. Tokcan, varolana farklı bir zeminde ve suskunluk içinde hayatiyet kazandırmış. Dolayısıyla beden de bir gövdeye dönüşmüş; ama artık kolayca çürüyüp giden değil, doğaya karşı daha dayanıklı ve katı malzemeden oluşmuş bir gövdeye… Tokcan, gövde algısının bu katılığına karşıt olarak akışkan bir başka malzemeyi, Antikçağ’dan beri ana hayat ilkelerinden biri sayılagelen suyu kullanmış. Bütün resimlerde karadan bakıldığında görünen deniz var; ama hiçbirinde denizden bakıldığında görülen kıyı yer almıyor. Filiz Tokcan boşluğa ve sonsuzluğa hayatın içinden ve hayatın tarif ettiği, izin verdiği bir noktadan, dolayısıyla olumlu bir nihilizmin penceresinden bakıyor.
Tokcan’ın resimlerinde şeylerin geometrisi arı-duru bir sürerliğe de vurgular yapıyor. Boşluk ile onun içinde yer kaplayan şeylerin arasında ne bir uzaklık ne de bir iç içe geçme duygusu var; yumuşak bir geçişle, birbirlerini ezmeden ve yutmadan, ne dost ne de tamamen yabancı bir hafiflikle tanışık duruyorlar. Bu mesafeli bütünleşme ilişkisinde birbirinden bağımsız olarak aynı evrene, aynı koruyucu kaba, kendi varlığına doğarcasına belirginlik kazanıyorlar.
Boşluk boşluğu, kendiliğindenliğinde ve özgürlüğünde insanların ve şeylerin yer bulduğu alanı açar. Dünyayı yeniden temellendiren, ona yeniden ufuk açan bir olay olarak sanat bu ufkun kendi pay edilmesinde susan, değişen ve büyüyeni gösterir.
Boşlukta gezinmek, kendi zihnimizin içinde gezinmektir. Bilgimizin varolan sınırı da evrenin son çizgisidir. Kozmik boşluğun en sonuna doğru ilerlemek, insan zihninin hep daha içine doğru ilerlemeye denk düşer. Dolayısıyla burada kesinliği olan tek şey giriş kapısı olan ama çıkış kapısı belirsiz bir durumdur. Zaten çıkış kapısının olması da bir çözüm değildir. Bu tek kapılı evrene girince insanın ve dünyanın “ne”liğinin, anlamının sorgulaması başlar. Bu sorgulayıcı süreç, bugün hâlâ sanat yapıtına düşen; sorunları ortaya koyan, çatışmalar yaratan biricik bilme biçimidir. Yüzlerce yıldır imgesel, düşsel dünyalar yaratma görevini üstlenen sanat, aynı zamanda hem gerçeklik hem hakikat noktalarını belirlemeyi de üstlenir. Bilimsel bilgiden farklı olan sanatsal bilgi, biyolojik zekâ ile sanatsal zekâ, felsefe ile bilim arasında bir fark kalmayacağı güne kadar da belki bu görevini sürdürecektir. Böyle bir gün gelse bile sanat eleştirel yanını koruyacak; bir sav, bir tasarı, bir model ya da bir metafor olarak rolünü sürdürecektir.
|